15.11.2023
Cumhuriyet bir kopuş, sıfırdan bir başlangıç değil, eski deyişle bir “istihale” sürecidir. Yani, radikal denebilecek özellikleri olan bir değişim ve dönüşüm ya da modernleşme hikayesidir!
Tarihin zor, netameli bir döneminde, bu topraklar üzerinde bize Türkiye Cumhuriyeti’ni emanet edenlere, bugünlere getirenlere minnet borcumuz vardır. En başta özellikle Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere asker ve sivil bütün yöneticilerin, bütün hükümetlerin, bütün Cumhuriyet nesillerinin emeğini, katkısını saygı ile anmak gerekir.
Tek partili, çok partili yılları, iniş ve çıkışları, sebep ve sonuç ilişkileri ile yakından anlamak, bugün bulunduğumuz yerin daha sağlıklı değerlendirilmesi için illâ ki gereklidir.
Dünden bugüne, kontrolümüz ya da inisiyatifimiz dışındaki faktörler bir tarafa, olan bitenlerle ilgili olarak kendi sorumluluğumuzu iyi tanımlamak, başarı ve başarısızlıklarımızı görmezlikten gelmeye de abartmaya da engel olacaktır.
Açıktır ki, çok yol aldık, yüz yıl öncesine göre çok değiştik ve geliştik. Hakkı teslim edelim: Cumhuriyet, her şeye rağmen başarılıdır!
Ne var ki, bu kadar zaman geçtikten sonra Cumhuriyeti gelişmiş bir demokrasi ile taçlandırmak ve gelişmiş ülkeler arasında yer almak gerekirdi, maalesef bu noktada değiliz.
***
Tabii ki genellemeler tehlikeli ve yanlıştır. Ama, tam hakikati ifade etmese, abartma riski olsa da içinde yaşadığımız döneme ilişkin bazı toplumsal eğilimlerin adını da koymalıyız.
Başlangıçta tek partili dönemin, sonra da askeri vesayetin itici, dışlayıcı etkisi, siyasette ve sosyal hayatta çatışma ve gerginliklere zemin hazırlamıştır. “Resmi ideoloji” dayatmacı, laikçi, darbeci ve güya Atatürkçü çizgisini sürdürdükçe devlet millet ayrışması büyümüş, sürüp gitmiş, bu durum siyaseti derinden etkilemiştir.
Daha düne kadar ve hemen her on yılda bir gündeme gelen darbeleri ve darbe teşebbüslerini, irtica kampanyalarını, laiklik spazmlarını, başörtüsünün hatta beka meselesi gibi görülmeye çalışılmasını hatırlatmak bile gereksizdir.
Kimlik siyaseti güden, laikliğin, Atatürkçülüğün, milliyetçilik veya dindarlığın tapusunun kendilerinde olduğunu iddia eden, bu değerleri/sloganları dillerinden düşürmeyen bazı partiler siyaset arenasına keşke hiç çıkmasalardı!
Devletçi, ittihatçı “toplum mühendisliği”nden “değişim mühendisliği”ne yani iyi yönetime geçişimiz hâlâ eksiktir. Öğrenmek değişmektir. Değişmek için unutmak, sonra da yeniden öğrenmek gerekirdi. Geçmişte yaşanılanları unutamadığımız için yeni şeyleri öğrenemedik, birçok hayati konuyu ıskaladık sanki…
***
Osmanlı fakir düşmüştü, servet olsa da sermaye yoktu. Sermaye, üretim, ticaret daha çok gayrimüslimlerin, ecnebilerin elindeydi. Cumhuriyet yönetimi, bizatihi devletin kendisi, ülkenin kalkınması, sanayileşmesi için sermaye kaynağı olmaya çalıştı.
Devlet güç, itibar, nüfuz ve en önemlisi zenginlik kaynağı olunca, Osmanlı’da olduğu gibi Cumhuriyet’te de herkes devletin bir ucundan tutmaya, iktidarda veya yakınında bir yer kapmaya çalıştı.
Çoğu iktidarlar, gerekli gereksiz istihdam başta olmak üzere, popülizm yaparak, devlet imkanlarını çarçur ederek taraftar ve seçim kazanma yoluna gitmiştir.
Osmanlı’da yanaşma, ulufe düzeni oluşmuştu. Sonrasında da devlet imkanlarından yararlanmaya yol veren siyaset o sebeple çok önemli oldu. Kamu görevi, bürokrasi sadece geçim kaynağı değil zengin olmanın aracı gibi de görüldü.
Bugün, siyasete ilginin, kamu görevine atanma isteğinin, il ve ilçelerde parti yönetimlerinde bulunmanın, belediyelere, iktidar partisine yakın vakıf ve derneklere, tarikat ve cemaatlere yakın durmanın asıl sebebi nedir dersiniz?
Bugün itibarıyla hem ekonomik hem sosyal hayatta rekabetsiz, torpil yoluyla, kolaydan, kısa zamanda yani hak etmeden elde etmek/kazanmak için sanki bir yarış vardır.
Siyaset ve bürokrasi dahil toplumsal hayatın her alanında ilkeli, ahlaklı bir duruş yerine fırsatçılığı, kurnazlığı esas alan bir iş ahlakı, hayat tarzı egemen olmuştur.
Çarpık bir kültür/zihniyet oluştu. Toplum buna göre hizalandı. Bu anlayışta alın teri, gayret, hakkına razı olmak, yenilikçilik ve liyakat esas değildir.
***
Siyaset anlayışımızdaki ve devlet yönetimindeki kalite ise daha ileri düzeyde değildir.
Demokrasi, hukuk, eğitim, sağlık, ekonomi, güvenlik vb. alanlarda daha iyi yerlere ulaşmak için evrensel denebilecek düzenleme, kriter ve “en iyi uygulamalar” ortada iken, çağdaş bilgi birikiminden, “rasyonalite”den uzak kaldık; yaptık, yıktık, yeniden yaptık. Güçlü, kalıcı kurumlar inşa edemedik.
Daha kötüsü de hukuk ve adalet gibi konularda bile “yerli ve millilik” zırhına büründük, devleti, cumhuriyeti ve demokrasiyi tepe tepe istismar ettik.
Çoktandır hukuk düzeninin zorlanmasına, popülizm ve propaganda ağırlıklı duruşlara ve bazı söylemlere bakılırsa, ne yazık ki bugün bir “rövanşizm” görüntüsü de vardır.
Son dönemdeki otoriterleşme tartışmalarına, faiz maceramıza ve bugünlerdeki Anayasa Mahkemesi/Yargıtay meselesine biraz yakından bakın, iktidarda kalma hesabı kadar tarihi uzlaşmazlığın izlerini de göreceksiniz.
Açıkça ifade edeyim ki, bu ülke insanının Cumhuriyetle derdi yok; en başta bazı aydın ve siyasetçiler olmak üzere, zihniyet, devlet ve demokrasi anlayışı, iyi veya kötü yönetim meselesi vardır.
Bana sorarsanız, dün de bugün de en başarısız olduğumuz konu devletin yönetimidir.
***
Siyaseti konuştuk, siyasetçileri seçtik ama siyasetin ve siyasetçilerin ülkeyi yönettiklerini sanki unuttuk!
Tarihi seyir içinde siyasi yansımalarının olmaması mümkün değildi ve beklendiği gibi oldu: Çok partili dönemdeki siyasi istikrarsızlığın temelinde büyük ölçüde geçmişte yaşanılanlar, sonra da kötü yönetimler vardır.
Bizimkiler sağcı, solcu, Atatürkçü, milliyetçi, dindar, muhafazakar idiler ama günün ve ülkenin gerektirdiği özelliklerde vizyon sahibi yönetici değildiler. Mühür kimde ise Süleyman o idi! Atanınca veya seçilince otomatik olarak yönetici olurdunuz! İnanç ya da ideolojiyi yeterli zannedenler nezdinde yönetim ve yöneticilik için ek bilgilere, eğitime, öğrenmeye, liyakate ihtiyaç yoktur!
Siyaset yani ülke meselelerine yönelik çözüm formülleri, sloganlar, liderler, partiler öne çıktı, ama belli ki akıl ve bilim yolundan gitmek, sağduyu ve sahicilik ile gerektiğinde istifa etmek unutuldu.
Mikro reformlar hep ihmal edildi, sloganlar, genel ve uzun vadeli hedefler yeterli görüldü. Kalkınmak, gelişmek için dünya tecrübesi ve özellikle AB ilişkileri altın bir fırsat idi, değerlendiremedik.
***
Ülkenin her bakımdan güçlenmesinin yolu fikir ve inanç, teşebbüs ve örgütlenme özgürlüğünden, hukuk düzeninden, kaynakların etkin kullanımından, öngörülebilirlikten, hesap veren siyaset ve iyi yönetim anlayışından geçecek ise demokrasi zorunluluktur.
Demokrat görünümlü otoriter rejimlerdeki seçimler, gelecek nesillere daha iyi bir ülke bırakmak için yapılmaz; daha çok lidere ve iktidara meşruiyet ve ömür kazandırmak amaçlıdır.
Hukuka itibar etmeyen, devlet imkanlarını seçim kazanmak için kullanmayı göze alan bir irade, kolay kolay iktidardan düşmeyebilir. Durumun böyle olduğu, doğumuzdaki ya da Afrika’daki otoriter rejimlerden belli değil midir?
Kaliteli bir demokraside serbest ve adil seçimler gerekli ama yeterli değildir. Temel hak ve özgürlükler anayasa ve yasalarla teminat altına alınmalı ve gereği yapılmalıdır. Hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı ve özellikle yargı bağımsızlığı esastır. Özgür medya, güdümlü değil etkin sivil toplum örgütleri yoksa, rejim herhalde demokrasi değildir.
İnsanlığın hikayesine bakılırsa en ilkel topluluklarda iktidar hep vardır ama muhalefetin en az iktidar kadar önemli olduğunu kabul etmek, beşeri gelişmişliğin ve demokrasinin kurumsallaştığının göstergesidir.
Bir hatırlatma. Genellikle zannedilenin aksine, gelişmişler birçok uygunsuz isteklerini diktatörlere daha kolay kabul ettireceklerini bilirler ve o ülkelerdeki demokrasi azlığını fazla umursamazlar.
Cumhuriyetin yüzüncü yıldönümünde, bugün nerede durduğumuza siz karar verin!