FAİK ÖCAL : Ayrılık defteri

05.11.2023

Şu garip hayatta bize en yakın olan ve her zaman içimizde olan, ayrılık. Ayrılığa alışmalıyız her şeyimizle, ayrılıkla barışmalıyız. Hepimiz bir ayrılık ustası olmalıyız.

Sevdiklerimizden, kendimizden, hayattan ve dünyadan ayrılmayı öğrenmeliyiz. Her an ayrılık emri gelebilir yerin altından, göğün derinliklerinden, insanların karanlığından ya da hiç hesapta olmayan bir yerden.

Hayat kitabımızın ilk sözü ayrılık, toprak ile sonsuzluk arasında savrularak. Ne çok yaban olduk kendimize, özümüze, menzillerimize. Ağrıyan yanlarımıza tutunarak uyandık sabah uykularından.

Bir başkasının günahına mı yazılmıştık yoksa içimizdeki cehennem çukurlarını ölü hatıralarla mı doldurmuştuk; bilinmez.

Gecenin saçları dolanmıştır boynumuza; iki alıyorduk ölümden, bir veriyorduk yaşama. Yetmiyordu annemin duaları yeni bir günün yoksulluklarını örtmeye. Ölüme yazgılıydık ama ölümden korkuyorduk.

Oysa ayrılık her yerdeydi; başımızın hemen altında, uykularımızın derinliklerinde, söz çukurlarımızda, göğüs boşluğumuzda, kalp kapağında.

Giden geri gelmiyordu. Ayrılık Defteri’ne geri gelemeyenlerin adlarını kendi ellerimizle yazıyorduk ve unutuyorduk. Nasıl ki biz sevdiklerimizin isimlerini Ayrılık Defteri’ne yazmışsak, sevdiklerimiz de günü geldiğinde adlarımızı Ayrılık Defteri’ne yazacaktı; bu böyle sürüp gidecekti.

Gerçeği görmüyorduk. Ellerimizde kanserojen kalemler, parmaklarımızın arasında her mevsimi sömürmüş, kirletilmiş, çarpıtılmış kelimeler ayrılıklar yazıyorduk Ayrılık Defteri’ne, ayrı ayrı yazılıyorduk.

Gözümüz dışarıda, gözümüz başkalarının dört duvar, beş zaman ömür-hanesinde. Ayrılık ustasına olacağımıza kendimizi kandırma uzmanı olmuştuk.

Avuçlarımızda gün ölüleri, avuçlarımızda yarım kalmış yağmur kuşlarının şarkıları, avuçlarımızda mezar işaretleri; ihanet yurduna çevirmiştik dört bir yanımızı. Kendimize yetmiyorduk, kendimize yetmedikçe başkalarının ayrılık birikimlerine sarıyorduk. Hayatın bize verdiği ayrılık primlerini olur olmaz zamanlarda, katran yutmuş yerlerde harcıyorduk.  Başkalarının zor günler için yaptırdığı ayrılık sigortalarıyla yanlışlarımızı siliyorduk, başkalarının kefen parasıyla sicilimizi temizliyorduk, başkalarının ölüme terk edilmiş yılkı atlarıyla yaşam dağında at koşturuyorduk.

Yanılıyorduk; hiçbir şey, hiçbir yere sığmayan günahlarımızın üstünü örtmeye yetmiyordu. Açıktaydık her şeyimizle ve her bir ayrılığımız alıp başını gitmişti.

Her bir ayrılığımız ipi kopmuş bir uçurtmaya dönüşmüştü küs göğünden bihaber. Şirazesi kopmuştu Ayrılık Defteri’mizin. Her bir sayfası bir yere savrulmuştu Ayrılık Defteri’nin.

Uçurtmalar çocuksuzdu; çocukluğu yoktu uçurtmalarımızın. Kuşlar yönsüzdü; yön kavramını yitirmişti kuşlarımız. Bulutlar mevsimsizdi; rengini ve yağmurlarını yitirmişti bulutlarımız. Gökyüzü kuşaksızdı; göğümüze küsmüştü yüzümüz.

İnsanın hayat ve ölümünü birleştirecek ne bir kuşak vardı gökyüzünde ne de insanı inana bağlayan bir bağ kalmıştı yeryüzünde.

Elindeki bütün kaleleri yitirmişti insan. Dili yoktu Ayrılık Defteri’nin. Rastgele karalanıyordu Ayrılık Defterleri. Herkes yüzünü, kalbini, anılarını ve hayallerini karalıyordu farkında olmadan. Ayrılık Defteri, birbirinden kopmuş hayatlar ve ölümler mezarlığına dönüşmüştü.

Anısız kalmamak için çıktığımız hayat yolculuğunda kendimizi tanıyamaz olmuştuk, bir başkasının gölgesinde. Anne sevgisine sarıldıkça kendimizden uzak düştük. Yaşamın çelişkiler sandığında sakladık tek yârimizi ve sonsuz yaralarımızı. Her gece kanına giriyorduk yârimizin, asetonlu parmaklarla kanırtıyorduk yaralarımızı. Görmüyorduk Ayrılık Defteri’nden düşen sakat kalmış çocukluğumuzu.

Yara bere içinde bıraktığımız tek yârimizin dizlerine kapanıp ağlardık.

Simsiyah çamura dönüşürdü Ayrılık Defteri’ne çiziktirdiğimiz karalamalarımız. Cennetteki yalnızlığımız ile cehennemdeki kalabalığımız arasında sıkışıp kalırdık. Cennete giden yolu unutmuştuk, cehennemden çıkan kapıyı görmüyorduk.

Sanal alemlerle hafıza-hanemizin ayarlarını bozmuştuk, hafıza-hanemizi tarumar etmiştik; kendimizi tanınmaz hale getirmiştik. Yağmur kuşlarını öldürdüğümüz gözlerimizin pınarlarını kurutmuştuk. Umut tohumlarının yeşereceği ne temiz bir toprak bırakmıştık ne de sadra şifa bir damla su.

Zehirli tariflerle Ayrılık Defteri’nin kapağını kaldırdık, karbon monoksiti fırlamış yapraklara tutunduk. Oksijensiz kalmış hayatlarla yüce bir ölümün kapısına varılmıyordu. Oksijensiz kalmış hayatlarla Ayrılık Defteri’ne kavuşmalı öyküler yazılmıyordu. Oksijensiz kalmış hayatlarla yaşamla ölümü birleştiren ayrılık satırları yazılmıyordu.

Hayatı ölüme kavuşturmalıydık ve sevmek bunun ilk adımıydı, aşk ise ilk kelimesiydi. Sevmek kendi cennetimize gidecek yolu bulmaktı, başkalarına ulaşmak için. Aşk cehennemin bütün kapılarını bulup sonuna kadar açmaktı, başkalarının özgürlüğüne vesile olmak için.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir