NURETTİN KALDIRIMCI : Bu işte bir yanlışlık var

19.04.2023

Uluslararası ilişkiler alanında birikimli ya da dış politika uzmanı değilim. Eğer televizyon seyretmesem, ülkemizin düşmanlar tarafından nasıl kıstırılmaya çalışıldığına dair heyecanlı, ısrarlı ve ortalama bir vatandaşı panikleten türden konuşmalara kulak vermeseydim bu yazıyı herhalde yazmayacaktım.

Sadece yapılacak seçimler dolayısıyla değil, öteden beri ve çoğu kere iktidarı savunmak muhalefeti suçlamak adına her fırsatta dillendirilen “bağımsızlık/milli güvenlik/beka” meselesini ciddiye alıp kaygılanmamak ne mümkün.

İddiaların ne kadarı gerçek ne kadarı abartma ve propaganda, doğrusu fazlasıyla düşünmeye değer.

***

Dünya düzeni, ülkenin ve toplumun gerçekleri ile ilgili konuşup yazarken temelsiz “spekülasyonlardan” kaçınmak zorunludur. Siyaset akılla yapılmalı, devlet sağduyu ile yönetilmelidir. İlkeli ve ahlaki bir duruş önemlidir.

Aydın olmak bilgi ve birikim kadar sorumluluk ahlakını da gerektirir. Ya iyi bilinen konularda konuşulmalı ve yazılmalı ya da susulmalıdır! “Amatör filozof” tavrı ile her şeyi bilirim iddiasında o kadar çok insan var ki.

Bu bağlamda, milli güvenlik ve beka meselesi ile uluslararası düzen arasındaki ilişki en az bilinen ve en çok istismar edilen konular arasında. Ama eğer genel kültürden söz edeceksek, ülkemizle birlikte insanlığın hikayesini, uygarlık tarihini, çağdaş dünya düzenini, uluslararası hukuku sağlıklı düşünmeye yetecek düzeyde bilmeyenlerin değerlendirmelerine ne kadar itibar edilebilir ki?

Dış dünyaya ilişkin bilgimiz ve yaklaşım tarzımız esasen ülke meselelerine de ne kadar vakıf olduğumuzun göstergesidir. Hakikate yakın durma adına öncelikle cevabını merak ettiğim, sonra da konuşup yazanların cevaplandırmasını istediğim sorulardan bir kısmını ilginize sunuyorum.

***

Uzun zamandır Batı dünyası çöktü çökecek denildiği halde, niçin bu söylemin revaçta olduğu bazı geri kalmış veya gelişmekte olan ülkelerle o dünya arasındaki fark gittikçe büyüyor?

Dünden bugüne güçlerini korumak ve artırmak için gerekirse çatışmaları körükleyen, dünyanın çeşitli bölgelerinde savaşlar çıkaran bu ülkelerin aynı zamanda eğitim, iş veya ziyaret için en çok gidilen, vatandaşı olmak için en çok tercih edilen ülkeler olması “ironik” bir durum değil mi?

Türkiye ve benzer ülke örneklerinden hareketle söylersek; hem güya bir ABD/AB düşmanlığı hem o ülkelerden teknoloji, kredi, gelişmiş silah alımı isteği ve istekler kabul edilmeyince itiraz ve öfke nasıl olup da aynı zihinlerden çıkabiliyor?

Emperyalist güçlerin dün ve bugün ne yaptıkları ve ne yapmaya çalıştıkları büyük ölçüde biliniyor, tamam. Ama şayet Batı’nın ve ABD’nin elinde olan güç, az gelişmiş ülkelerde veya o ülkelerdeki otoriter liderlerin elinde olsa, dünyanın düzeni nasıl olurdu, hiç kafa yordunuz mu?

***

Her an işgal edilebileceğimiz tehdidi ile bizleri korkutan Avrasyacı bazı emekli askerlerin ve medyatik profesörlerin anlayışına göre NATO dahil çoğu uluslararası işbirliği örgütü esasen Batılı emperyalist ülkelerin yararına çalışıyor. Durum böyle ise, Türkiye niçin bir an önce NATO’dan çıkmıyor, İncirlik başta Amerikan üslerini kapatmıyor?

“Büyük Şeytan ABD” tarafından on yıllardır vesayet altında tutulan Almanlar, Japonlar, Koreliler ve Tayvanlılar ekonomik/teknolojik açıdan dünyaya nasıl parmak ısırtmışlardır? ABD ile bu kadar zamandır hem de kıdemli müttefik olduğumuz halde, Türkiye’nin fert başına milli geliri niçin hâlâ on bin dolarda takılıp kalmıştır?

Müslüman halkı vatanlarından kovan, kalanlar için yaşadıkları toprakları açık hapishaneye çeviren, etrafı tarihi düşmanlarla dolu İsrail’i ayakta tutan güç sadece dış kaynaklı mı? Nükleer silahlara sahip, koyu dindarların, laiklikle uzlaşmaz tutumları olan partilerin yönettiği İsrail’de son zamanlarda bitip tükenmeyen protesto gösterilerini tertipleyenler hangi yabancı güçler?

Bunun gibi, yeri geldiğinde Paris sokaklarını ateşe veren, hükümetin istediği kanunların parlamentodan çıkmasını önlemek, pahalılığı protesto etmek için aylarca polisle çatışan grupların arkasında hangi dış güç var? Afrika’nın mazlum insanları, ince taktiklerle intikam mı alıyor yoksa?

Peki, bir ülkenin kendi “iç dinamikleri” önemli değil midir? Kuzey İrlanda’daki Katolik-Protestan kavgası, İngiltere’de yeri geldiğinde belediye başkanlarının, başbakanların, Hintli, Pakistanlı veya bir başka etnik/kültürel kökenli insanlardan seçilmesi ne anlama geliyor?

Hele hele o ülkede, hız sınırını geçen, maske takmayan, pandemi döneminde yaş günü kutlayan bakan ya da başbakanlara ceza verilmesi, istifalarının sağlanması ne demek oluyor?

***

Bir bölge ülkesi olarak, İran ile Suudi Arabistan’ı uzlaştırmak Çin’den çok bize yakışmaz mıydı? (Haluk Özdalga’nın kulakları çınlasın!). Son yıllarda benimsediği Ortadoğu politikasından yüz seksen derece dönüş yapacak kadar esneklik gösterebilen Türkiye, herkesten daha çok bilgi sahibi olduğu bir konuda, yani “Kürt sorununu” çözme konusunda niçin bu kadar başarısız?

Komşuluktan öte ekonomik ve siyasi ilişkiler geliştirdiğimiz Rusya, kırk yıllık PKK’yı niçin terörist olarak görmeyip Moskova’da rahat bir ortamda çalışmasına izin veriyor? Bu durum devlet nezdinde ve kamuoyunda niçin yeterince gündeme getirilmiyor?

Batı ülkelerinin emperyalist emellerini ve yapıp ettiklerini anlatmaktan yorulmayanlar, Rusya (daha önceleri Sovyetler) ve Çin’in emperyalist girişimlerini, bu ülkelerin insan haklarına alenen aykırı uygulamalarını niçin görmezlikten geliyor? Peki, bugün “kuşak yol projesini” tamamlamaya çalışan, Ortadoğu’yu, Afrika’yı, Güney ve Orta Amerika’yı neredeyse “işgal” etmiş Çin’in ABD’den daha fazla “küreselci” olması ne anlama geliyor?

50 yıldır kendi ırkdaş ve dindaşlarının haklarını koruma babında Çin’e yönelik belli bir politika izleyen Türkiye’nin son yıllardaki sessizliği manidar değil mi? Acaba, yeterince mali gücümüz olsa, bazı büyük yatırımlar için Çin parasına muhtaç olmasaydık durum yine böyle mi olurdu? Peki, Uygurlar konusunda hemen hiçbir İslam ülkesinden ses çıkmaması nasıl açıklanabilir?

***

Milli güvenlik meselemiz vardır, beka meselemiz vardır, dış düşmanlar/dış güçler elbette vardır!

Sağduyu, sükûnet ve sabır ile ülkemizin iç ve dış çevre analizi niçin yapılmıyor ve dış dünya ile ilişkiler dahil temel konularda sürdürülebilir bir “milli siyaset” üzerinde mutabakat sağlanmıyor?

Gerçek mi, istismar mı: Ülkemizde özellikle seçim dönemlerinin öncelikli konusunun dış güçler, bunların içerideki işbirlikçileri, güvenlik kaygısı ve “beka” sorunu olmasının temelinde ne var, sükûnetle hiç düşündük mü?

Türkiye’nin gelişip güçlenmesi, demokrasisinin kurumsallaşması, etkin bir kamu yönetimi yani her bakımdan ülkemizin bekası için hayati önem taşıyan kazanımlar için AB müzakereleri tarihi bir fırsat değil miydi?

Batılı ülkelerdeki Türkiye aleyhtarı ve “İslamofobi” denebilecek hareketler genellikle devlet destekli ve kitleselleşmiş değildir. Buna karşılık yabancılarla ilgili hukuki teminatlar ile dini/kültürel haklara saygı bilinen bir gerçektir. Ama bizdeki Suriyelilerin durumu tabii ki farklı.

Mesela Almanya’daki vatandaşlarımıza benzer şekilde sayıları milyonları bulan Batılı bizim ülkemizde çalışsa, hak talebinde bulunsa, seçimlere katılsalardı tepkimiz ve tavrımız nasıl olurdu?

Batılı olmaya çalışmanın ne anlama geldiğini çoktandır tecrübe ediyoruz ama başaramadık. Doğumuzdaki ülkelerdeki gibi bir rejime nasıl uyum sağlayacağız?

Çin, Rusya, Afganistan, İran. Hangisinde yaşamak istersiniz? Batı blokundan kopup Doğu’ya yanaşmayı, “Avrasyacılığı” teşvik edenler bir bakıma Türkiye’nin birkaç yüzyıldır gittiği yoldan dönmesini istediklerinin farkında mı?

Belki de en kritik soru şu olmalıdır: Milli bağımsızlığa ve bekaya en büyük tehdit olarak büyük ölçüde Batı’yı gösterenler, ülkelerin kendi “iç dinamiklerini” niçin dikkate almaz veya bütünüyle yok sayarlar?

Böyle bir yaklaşım cehaleti çoğaltmak ve gerçeğin en az yarısına göz yummak anlamına gelmez mi?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir