NURETTİN KALDIRIMCI : Toplumsal özeleştiriler

06.04.2023

Ülkeler ve toplumlar aydınları öncülüğünde, eğitilmiş kadroları tarafından yönetilir. Yöneticileri, siyasetçi ve bürokratları, bilim ve meslek insanları, sanatçıları aracılığıyla kalkınır, gelişip güçlenirler.

Aydın bilgi sahibidir, eleştirir, akıl yürütür, çözüm üretir, estetik kaygıları vardır. Aydınlar gerekli özelliklerden mahrum olduklarında, hayatın karmaşıklığını yeterince anlamayan, gerçekleri çarpıtan, ülkenin geleceğini karartan insanlar haline gelirler.

Ülkemiz, kendisiyle kıyaslanabilecek ülkelerle birlikte değerlendirildiğinde sosyo-ekonomik açıdan iyi bir yerde değildir. Toplumsal başarı ya da başarısızlık derecesi diyebileceğimiz uluslararası istatistiklere bakıldığında birçok konuda sanki tersinden rekorlar kırmaktayız. 

Kök sebep tarih mi, coğrafya mı, dış güçler mi, kültür, eğitim ya da yönetim mi? Akıl ve bilgi eksikliği mi, ahlâk ve zihniyet zafiyeti mi? Mevcut tablonun açıklanması bakımından muhtemelen hepsi anlamlı ve önemlidir.

Genel sorumluluk hepimize düşse de, eğer bir adres bulacaksak önde gelen sorumlu herhalde aydınlarımızdır!

Belki birçok konuda kısmen başarılı olduk, iyi işler de yaptık. Ama kabul edelim ki devlet yönetimi, siyaset, ekonomik ve sosyal gelişme bahsinde aydınlarımız yeterince başarılı olamadılar. Geldiğimiz noktada Atatürkçüsü, ulusalcısı, milliyetçisi, İslamcısı, liberal ve muhafazakârı, sağlı, sollu bütün aydınların imzası vardır.

***

Aydınlar başta olmak üzere çoğu insanımızın dünyasında bilim, sağduyu, rasyonalite, temel hak ve özgürlükler ya da ötekileştirmeme anlayışı, sivil toplum, özgür medya gibi konular hâlâ yoktur. Bireyin güçlendirilmesi, devletin ıslahı ve etkinleştirilmesi, hukukilik/şeffaflık, öngörülebilirlik, katılımcılık, kamu yöneticilerinin hesap verebilmesi, kurumsallaşma gibi kriterler maalesef gündemde değildir.

Tarih aynı zamanda sonradan yanlışlığı ortaya çıkmış ve o nedenle vaz geçilmiş inançlar, görüşler yani yanılgılar çöplüğüdür. 21. yüzyılın cahilleri öğrendiği yanlışlardan vazgeçemeyenler ve yeniden öğrenemeyenler, yani değişemeyenler olacaktır. 40 yıldır ben değişmedim, aynı şeyleri düşünüyorum demeyi karakter sağlamlığı, “ilkelilik” gibi sunanlar genellikle zihnen yeterince gelişmemiş olanlardır.

Patinaj yapmamak, vakit kaybetmemek için herkesi, her kesimi içine alan toplumsal düzeyde bir özeleştiri illaki gerekmektedir.

***

Son iki yüz yıldır bizim okullarımızın en önemli misyonu devlete memur yetiştirmek oldu. Entelektüelimiz yok denecek kadar azdır.

Önceliklerimiz, toplumsal meselelere yaklaşım ve çözüm tarzımız yetersiz olmalı ki Cumhuriyeti demokrasi ile taçlandıramadık. Devleti etkinleştirip insanımıza daha iyi hizmet eder hale getiremedik.

Bugünün dünyasının ölçüleriyle yeterince gelişemedik. Tarih, uygarlık ve kimlik tartışmalarından kurtulamadık, siyasete boğulduk. Kamplaştık, kutuplaştık. Bu sonuçlarda herhalde aydınlar başta hepimizin az ya da çok vebali vardır.

Ah, şu askerler… Baştan beri, Osmanlı’dan Cumhuriyet’in başından beri güya eğitimli, akıllı kadrolardı, ülkenin yönetiminde etkiliydiler ama yetkin, yeterli değillerdi. Kurtuluş ve kuruluş sürecinde kaçınılmaz olarak baş rollerde idiler.

Siyasetten uzak kalamadılar. Maalesef, en azından son yıllara kadar sivil siyasetin ve demokrasinin üzerinde “Demokles’in kılıcı” gibi durmayı marifet zannettiler, farkında olmadan “rövanşizmi” tetiklediler.

Evet vatanseverlik dediler, devlet dediler, millet dediler, birlik ve beraberlik, Kemalizm, çağdaşlık, komünizm, laiklik, irtica dediler. Bol bol sivilleri suçladılar. Bu gerekçelerle darbe yapmaktan bile çekinmediler. Ama çağdaş, kuşatıcı bir vizyondan uzak ve fena halde aydın megalomanisinin etkisinde idiler

Sivil siyaset mi dediniz? Belki en az askerler kadar iyi niyetli, vatansever idiler ama yine siyaseti hem ilkeli, ahlaki bir duruş hem de teknik bir mesele gibi göremediler.

En başta siyasi partilerimiz demokrat olamadı! Siyasi partilerde önemli olanın ortak akıl, demokratik liderlik, topluma hizmet olduğu unutuldu. Devleti insanileştirmek, demokratikleştirmek, etkinleştirmek bahsinde yetersiz kaldılar. Esasen, tevarüs ettikleri başarılı ya da kurumsallaşmış bir siyaset tarzı, bilgisi veya kültürü de yoktu. Hatta, öteden beri var olan siyaset ve devlet yönetimiyle ilgili olumsuz zihniyetin etkisinde kaldılar diyebiliriz.

Sivil veya asker kimin sorumluluğu daha fazladır diye genelleme yapmak, ayrıştırmak ve sorgulamak doğru da değildir. Esasen ehliyet ve liyakat, bilgi ve ahlak eksikse, ne fark eder ki.

***

Aydınlarımızın düşünce, inanç ve ideolojik eğilimleri farklı olsa da yaklaşım tarzları, düşünme biçimleri neredeyse aynıdır. Farklı kesimler esasen diğerini yeterince bilmemekte ve tanımamaktadır.

Sanki biri diğerinin gerekçesi, varlık nedenidir. Sanki birbirlerini beslemekte, biri diğerinden güç almaktadır. Aralarında kayda değer derecede nitelik farkı bulunmayan; solculuk-sağcılık, Atatürkçülük-dindarlık, laikçilik-İslamcılık birbirini besleyip büyütmüştür. Hemen hepsi devletçi ve milliyetçidir!

Her birine göre ülkenin önündeki engel “ötekiler” ya da diğer gruplardır; kurtarıcı kadro veya görüş kendileridir. Kendi içlerinde eleştiri yapanları bile dışlamakta, hain ilan etmekte tereddüt etmezler.

İdeolojik veya politik bir kimliği benimsemiş her grup, sanki “kifayetsiz muhterislerden” oluşmuş bir kitle gibidir. Bahsi geçen grupların hemen hepsinin, kibirli olmanın yanında toptancı, dayatmacı ve “rövanşizm” peşinde koştuğu doğru değil midir?

Her ideolojik/politik düşünce ve eylemde şüphesiz saygı duyulması gereken bir “hakikat payı” vardır, değer verilmelidir. Ama bir görüşe mensup olanların kendi dayandıkları hakikat payını abartıp diğerlerini yok sayması otoriterliğin kapılarını açmakta, ötekileştirme ve kutuplaşmaya meşruiyet sağlamaktadır.

Dindarların dünyasında olduğu kadar seküler dünyada da en iyisi, en kolayı bir lidere, bir ideolojiye inanmak ve bağlanmaktır. İnanma ve bağlanma; kimlik ve aidiyet duygusunun tatmini yanında kafa konforu da sağlar. Ayrıca, dünya nimetlerinden yararlanma imkanı doğurur.

Çoğunluğun dediği olur düşüncesi neredeyse ortak paydadır. Malum, çoğunlukçu anlayış dışlayıcıdır. Çoğulculuk ise, “mahallecilik” ya da ötekileştirmeden uzak durmak, başkalarının haklarına ve görüşlerine saygı duymaktır.

Saygıya lâyık aydınları; asker, sivil, siyasetçi, bürokrat, bilim adamı, sanatçı, serbest meslek sahibi kim var ise tabii ki hepsini tenzih ederim; bu topluma, ülkeye küçücük de olsa katkısı olan herkesi minnetle anarım. 

***

Partiler ve hatta sivil toplum örgütleri ile bunların liderleri, kendi bünyelerinde demokratikleşmeyi vaat etmiş, kısa süre sonra da “oligarşik” bir yönetimi tahkim için ellerinden geleni yapmışlardır.

Siyasi partilerimizde demokratik liderliğin, katılım/istişare ve rızaya dayalı tarz ve uygulamaların kurumsallaşması hiç tanık olmadığımız bir “ütopya” olarak kalmıştır. Dolayısıyla kurumların güçlenmediği, kurtarıcı aramanın kültürün bir parçasını teşkil ettiği bizim gibi ülkelerde hayatın her alanında otoriter liderlerin çıkması şaşırtıcı olmamalıdır.

***

Ülkemiz çağdaş dünyanın etkili bir parçası haline gelecek ise aydınlarımız, siyasetçimiz, bürokratımız, yöneticilerimiz, iş dünyamız, bilim, kültür ve sanat insanlarımız daha yetkin olmak zorundadır.

AİHM’ne en çok başvurunun yapıldığı bir ülkede, hapishanelerin tıka basa dolduğu, yolsuzluğun, kayırmacılığın neredeyse üzerinde bile durulmadığı, yüzde yüzü geçmiş enflasyonlu bir ekonomi ortada iken bile kayda değer bir tepki ortada gözükmüyor ve gerçeği göremiyor isek, “yerli/milli” özelliklerimize biraz daha yakından bakmamız gerekmiyor mu?

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir