Foto: İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir “Vatan nasıl kurtulur” toplantısı, yaklaşık 110 yıl önce.
31.03.2023
Hepimizin canını sıkan bir soruyla başlamak istiyorum. Ardından konuya farklı bir bakışı getirmek amacıyla bir spekülasyona girişeceğim. Böylece konu hakkındaki tartışmalara katkı yapmış olmayı umuyorum.
Neyi, neden başaramadık?
Türkiye olarak neden özgürlükçü ve barışçı nitelikte veya bir başka ifade ile muasır medeniyet olarak tanımladığımız Batılı normlarda demokratik ve hukuksal bir siyasal düzen kuramıyoruz? Ya da siyasal düzenimizi neden hukuk değil, güç üzerine kurma eğilimindeyiz?
Şüphesiz bizim zaten Batılı olmadığımızı, Batı’nın ürettiği değerlerin evrensel olmadığı için bizi bağlamadığını, yaygın deyişle “Kopenhag kriterlerine ihtiyacımız yok, gerekirse biz kendimiz Ankara kriterlerini yazarız” diyor olabilirsiniz.
Böyle söylüyor olmanız da az sonra paylaşacağım argümanıma katkı yaptığı için şimdiden teşekkür ederim. Öte yandan benim bu tartışmanın hangi tarafında durduğumu da bu soruyla anlamış olmalısınız.
Tartışmanın öznesi olarak ‘siyasal toplum’
Tartışma konumuza geçmeden önce bir kavram olarak siyasal toplumdan bahsetmek istiyorum.
Alışık olduğumuz şekliyle siyasal tartışmaların ana aktörü genellikle ülke, toplum, devlet veya ulus olur. Siyaset bilimi, hukuk ve uluslararası ilişkiler gibi alanlarda sıklıkla kullanılan devlet, toplumdan ayrı ve genellikle kendi başına hareket eden bir özne olarak kabul görür.
Ayrıca şunu belirtmeliyim ki siyasal toplumu, siyaset biliminde genel olarak kabul gören anlamı ile de kullanmıyorum. Siyasal toplum tanımı ekonomi, yargı gibi topluma ait sosyo-politik alanlardan birisi olarak veya siyasal rekabetin gerçekleştiği bir alan olarak kabul edilir. Locke’a göre ise siyasal toplum bireylerin özgürlüklerini, haklarını ve mülklerini koruma yetkilerini devrettikleri bir alandır. Sosyolojinin toplum tanımı ise siyasallığı temel bir özellik olarak almaz.
Ülke, toplum, devlet veya ulus kavramları ve siyasal toplumun geleneksel tanımı bu yazıda sergilemeye çalıştığım bakış açışını açıklamaya yetmemektedir. Büyük Britanya’nın neden görünür bir sebebi yokken Avrupa Birliği’nden ayrıldığını, Avrupa Birliği’nin neden Türkiye’yi içine almayı başaramadığını ve Türkiye’nin iki buçuk yüzyılı aşan modernite yolculuğunun neden başarısız bir demokrasi ürettiği gibi canlı ve somut soruları açıklamaya yetmemekte ve hatta resme daha dışarıdan bakma imkanını perdelemektedirler.
Bu yazıda sıklıkla özne olarak göreceğiniz siyasal toplum kavramı Türkiye, devlet, toplum veya ulus gibi kavramların yerine ve geleneksel siyasal toplum kavramından çok daha geniş bir kapsamda ve bir toplumun siyasallığını bir bütün olarak ele alacak şekilde kullanılmaktadır.
Bu çerçevede, siyasal toplumu, onu oluşturan birey ve grupların siyasallıklarından ayrı ve bağımsız bir siyasallığa sahip olan, devlet gibi formları üreten ve kullanan bir özne olarak kullanacağım.
Etki ve tepki
Türkiye siyasal toplumu 18. yüzyılın ikinci yarısından -yani son 250 yıldan beri- Batı’nın giderek artan hegemonyası karşısında şiddetli bir değişim baskısı yaşadı ve halen yaşıyor.
Siyasal toplumlar, uluslararası ilişkiler gibi düzenlenmiş ve kuralları belirli alanların dışında da karmaşık etkileşimler içerisine girerler. Bu çerçevede herhangi bir siyasal toplum baskın hale geldiğinde diğer siyasal toplumlar buna karşı kaçınılmaz olarak bir reaksiyon geliştirir. Batı siyasal toplumlarının son 250 yıl içerisinde tüm dünya siyasal toplumları üzerinde kurduğu hegemonya, Batı üstünlüğüne maruz kalan her bir siyasal toplumun kendi özgün şartları içerisinde bir tepki üretmesi ile sonuçlanmıştır.
Batı üstünlüğüne maruz kalan bir siyasal toplum olarak bizim geliştirdiğimiz tepki de bize özgündür. Bu tepkinin öncüsü ve belirleyicisi bizim durumumuzda toplum değil devlet aygıtı olmuştur. Bu durum Türkiye siyasal toplumunda toplum ve devlet aygıtı arasında, devlet aygıtının baskınlığı olarak açıklanabilecek bir özellikten kaynaklanmaktadır.
Gramsci Doğu’da toplumu bir arada tutan şeyin devlet olduğunu ifade ederek, Max Weber saf güce dayalı rejimleri Sultanizm olarak tanımlayarak, Ahmet Aslan Türkiye’de toplumu var eden şeyin bizzat devlet olduğu söyleyerek ve Şerif Mardin Batı ile temasımızı tanımlayan temel faktörün hakim devlet geleneği olduğunu belirterek Türkiye siyasal toplumunun kendine özgü temel etkenine yani devlet ve toplum arasındaki hiyerarşik ilişkiye atıf yapar.
Böylece devlet aygıtını elinde tutanlar Batı’yla ancak Batı’ya benzeyerek karşı konulabileceği şeklinde bir karar verdiler ve tüm toplumu yukarıdan aşağıya doğru Batılılaştıracakları bir sürece giriştiler. Bu girişimin Atatürk’ten çok önce başladığını ve bir Osmanlı girişimi olduğunun da altını çizmiş olayım.
Şimdilerde Batı’nın küresel hegemonik etkisini giderek kaybediyor olsa da sonuç olarak Batı üstünlüğü, yalnızca askeri ve politik değil tüm alanlarda, giderek geri düşen ve denk bir rekabet sergileyemeyen Türkiye siyasal toplumunun önüne “diren” ya da “dönüş” gibi iki basit seçenek çıkardı.
Değişime direnmenin o zaman için imkansız olduğunu düşünüyorum. Zira mevcut birikimiyle zaten rekabet dışı kalmış bir siyasal toplumun, kendi kapalı sistemi içerisinde yeni bir sıçrayış yapmasını sağlayacak dinamikleri üretmesi mümkün değildir. Zaten Batı siyasal toplumları o kadar büyük bir sıçrama gerçekleştirmişlerdir ki temas ettikleri tüm siyasal toplumları sonsuza kadar ve köklü şekilde değiştirmişlerdir. Doğu’nun en gelenekçileri ve Batı karşıtları bile Batı siyasal toplumu tarafından çizilen kavramsallığın içinde büyüyüp geliştiler.
Türkiye siyasal toplumu olarak biz de kaçınılmaz olarak Batı etkisi altında ve yukarıdan aşağıya doğru dönüştük. Benzer durum Rusya, Japonya ve daha sonra Çin gibi devletin hiyerarşik olarak toplumun üstünde olduğu diğer Doğu siyasal toplumlarında da yaşandı. Önce ordunun modernizasyonu, ardından tanzimat gibi genel düzenleyici kuralların ve yasaların dönüşümü, Batı tarzı kurumların ve bürokrasinin inşası, ardından Cumhuriyetin ve bir kaç on yıl sonra demokrasinin tanıştırılması ile Türkiye siyasal toplumu Batı üstünlüğüne karşı benzeşme ve adapte olma yolunu seçmiş oldu.
“Çatlamış toplum”
Devlet aygıtının 200 yılı aşkın bir süre boyunca sürdürdüğü ve toplumun önemli bir kısmının gönüllü olarak da katıldığı değişim politikası tüm toplumsal düzenin ve ilişkilerin Batı normlarında yeniden yapılandırılmasıyla sonuçlandı ama yukarıdan dayatmayla uygulanan bu değişim toplumda değişmek isteyenler ve değişime karşı çıkanlar olarak tanımlayabileceğimiz iki tarafın doğmasına ve ayrışmasına sebep oldu.
Bu ayrışmanın sebepleri ayrıca tartışılabilir ancak bunun sebeplerinden birisi ironik bir şekilde Batılılaşma sürecinin toplumun alışık olduğu devlet-toplum hiyerarşisini devlet aleyhine ve toplum lehine bozması olduğunu düşünüyorum.
Ayrıca değişimin sebebinin düşman ve öteki kabul edilen Batı’nın galip gelmesi ve dolaylı veya doğrudan bizi değişmeye zorluyor olması da bir gerilim yaratmıştır. Bu sebepler ayrıca tartışmaya değer ama şimdilik şunu söyleyelim ki bu yukarıdan aşağıya zorlanan ve biraz da kaçınılmaz olduğu için ek baskı yaratan bu değişim bizi Doğu ve Batı, gelenek ve modernite arasında “çatlamış bir siyasal topluma” dönüştürdü.
Doğu siyasal toplumları için işleri zorlaştıran; kişinin kendini tercihlerine göre var edebildiği, devlet aygıtının kişinin tercihlerini korumaya ağırlık verdiği Batı siyasal toplumlarına ait özgürlükçü siyasal düzeni ile, devlet aygıtının neredeyse Tanrı muamelesi gördüğü, bireyi yaratan, yaşatan, tanımlayan baskıcı Doğu siyasal toplumlarına ait siyasal bir düzen arasına sıkışıp kalmış olmaları oldu. Ve bu sıkışmışlık özellikle bizim siyasal toplumlumuz için sürekli bir kaos oluşturdu.
Bu çatışmadan bize ne, bunun zaten farkındayız veya bütün bir süreç bu kadar basit anlatılamaz diyebilirsiniz. Şüphesiz sosyal olaylara tek bir açıdan bakmak, tek bir açıklama ile her şeyi çözümlemek mümkün değil. Tartışmanın o kısmını size bırakıyorum.
Burada odaklanmamız gereken şey bir dönüm noktasına gelmiş olmamız. Eğer benim gibi yaşadığımız 250 yıllık Batı tarzı siyasallığımızı iyi bir şey ve bir devrim olarak görüyorsanız, bilmeniz gereken 250 yıldır bu dönüşüme direnen ve yukarıdan gelen baskıyla hasır altında varlığını devam ettiren Doğu tarzı siyasallığın 2023 yılında kendi karşı devrimini gerçekleştirmek üzere olduğudur.
Kısacası, Batı siyasallığının ürünü kavramlar ve kurumlar olan Demokrasi ve Cumhuriyetimizin bugün büyük bir tehditle karşı karşıya. Bu uyarıyı da bir kenara bırakıp çözümlemeye devam edelim. Siyasal toplumumuzun temel dinamiklerini anlamak sorunları ve tehditleri çözümlememize de yardım edecektir diye düşünüyorum.
Kaos ve düzen
Sonuç olarak Türkiye siyasal toplumu, yukarıda anlattığım Doğu – Batı gerilimi yüzünden çatlamış bir toplum haline geldi ve kesintisiz ve sürekli bir siyasal kaos yaşamaya başladı. Her on yılda bir gördüğümüz askeri ve sivil aşırı devletçi ve baskıcı rejimler ve ardından yaşanan kısa süreli özgürlük tatilleri aslında “çatlamış toplumumuzun” ürettiği siyasal kaosun gözle görülür sonuçlarından ibaret.
Özgürlükçülük ve baskıcılık arasında sürekli git gel yaşayan, derinden ayrışmış ve çatlamış siyasal toplumumuzun yaşadığı bu kaotik ortama, önerdiğim bakış açısından bakıldığında, içine düştüğümüz kaosun içerisinde bir düzen fark edilir hale geliyor. Böylece içinde yaşadığımız ve hiç bitmezmiş gibi gelen siyasi çalkantılar ve kaosun içinde bir tür düzen iki uç arasında hiç durmadan gidip gelen bir sarkaca benzeyen bir düzen ortaya çıkıyor.
Sarkaç
Siyasal toplumlar dinamiktir ve çoğunluğu özgürlük ve baskı arasında git gel yaşar. Bir başka ifade ile hepsi sarkaç benzeri bir salınım sergiler. Bir dengeye kavuşmadan önce İngiltere siyasal toplumunun özellikle 17. yüzyılda Kral ve Parlamento arasında yaşadığı git geller de buna benzer.
Sorun siyasal toplumun git geller yaşaması değildir. Bizim gibi aşırı devletçi siyasal toplumlarda bu git gellerin iki farklı baskı rejimi arasında daha keskin yaşanıyor olmasıdır.
Askeri ve sivil baskı dönemleri ve bunlara geçiş yaşadığımız dönemler siyasal tarihimizin neredeyse büyük bir kısmını oluşturur. Gerçekten özgürlükçü ve barışçı diyebileceğimiz bir siyasal an o kadar hızlı geçip gitmektedir ki varlığını bile fark etmek zor olmaktadır.
Ayrıca belirli toplumsal gruplar değil, bütün bir Türkiye siyasal toplumu açısından baktığımızda kısmen özgürleşen gruplar olsa bile aynı dönemde şiddete ve baskıya maruz kalan pek çok yurttaş ve grubun varlığı bu özgürlük anlarını daha da flulaştırmaktadır.
Yaşadığımız salınımı daha iyi anlatabilmek için aşağıdaki görsele göz atabilirsiniz.
Eğer siz de benim gibi Batı siyasal toplumlarının ürettiği siyasal değerleri önceliyor, özgürlükçü ve barış içinde bir toplum arzuluyorsanız aşağıdaki görselde salınan sarkacımızı yavaşlatmamız gerektiğini, tercihen sarı alanlara girmemesini, kırmızı alanlara ise hiç yaklaşmamasını isteyeceksinizdir.
Bu sarkaç yavaşlamadığı sürece kaosumuz da sona ermeyecek.
2023’ü atlatsak bile!
—
Melih Rüştü Çalıkoğlu lisan eğitimini hukuk, yüksek lisansını tarih alanında yaptı. Bilişim hukuku ve kişisel veri hukuku alanında çalışmalar yürütüyor. Aynı zamanda yazılım test uzmanıdır. Yazıyla ilgili diğer kavramsal makalelerine reserchgate.net sitesinden ulaşabilirsiniz. @MelihCALIKOGLU
Birisi “MELİH R. ÇALIKOĞLU : Neden başaramıyoruz?” üzerinde düşündü