21.03.2023
Emperyalizm bahsinde kitabın öbür sayfasında yazılanlar hiç okunmuyor!
Emperyalizm söyleminin yaygın olduğu ülkeler “tek tip” değildir ama hemen hepsinin “tek adamı” vardır. Özellikle Kuzey Kore, Çin, İran, Rusya gibi ideoloji/rejim ağırlıklı, otoriterlikten öte totaliter denebilecek ülkelerin Batı dünyasına ilişkin söylemleri malum.
Bazı Türk Cumhuriyetleri ile Asya, Ortadoğu, Afrika ve Güney Amerika’nın bazı ülkelerindeki otoriter rejimlerin benzerlikleri kadar farklılıkları da bilinmektedir. Bunlardan bazıları da ABD’nin veya Batı blokunun en sağlam müttefikleri arasındadır.
Kayda değer derecede demokrasi tecrübesi olan ülkelerde ortaya çıkan otoriterleşme ya da demokratik değerlerden uzaklaşma eğilimlerini ise “güç zehirlenmesi” olarak tanımlamak belki daha doğrudur. Bu bağlamda bizim gibi bazı ülkelerde iktidarda kalma hesabının ve propagandanın bir parçası olarak emperyalizm ya da dış güç/dış düşman söylemi sıklıkla kullanılabilmektedir.
Can alıcı soru şudur: Tamam, demokrasi kriterleri bakımından ciddi zafiyet gösteren ülkemizi, daha kapalı bir rejime sahip İran’ı, otoriter veya totaliterleşme yolundaki rejimlerin ve liderliklerin egemen olduğu ülkelerin Batı’ya, özellikle ABD’ye karşı duruşlarını anlamaya çalışalım. Ama o ülkelerin çoğu kere çağdışına düşmüş siyaset/yönetim anlayışlarını, kendi vatandaşlarına reva gördükleri muameleleri ne yapalım?
***
Eğri oturalım, ama doğru düşünelim ve konuşalım: Emperyalist denilen ülkelerin hayat standartlarına ulaşmak için iç geçiren, bunun için kendince çaba sarf eden, bu ülkelerden silah almak için yarışan, bu ülkelere göçmek, kaçmak için elinden geleni yapanların çoğu az gelişmiş, otoriter rejim ve liderlerin egemen olduğu ülkelerin insanları değil midir?
Bir kere, bahsi geçen ve demokratik denemeyecek ülkelerin hemen hepsi temel hak ve özgürlükler bakımından sıkıntılı, çoğu az gelişmiş veya gelişmekte olan ülke kategorisindedir. “Kötü yönetim” kurumsallaşmıştır!
Çoğunda adalet, eğitim, insani gelişmişlik, milli gelir, enflasyon, istihdam, işsizlik rakamları yerlerde sürünürken, buralardan, bağımsızlık, emperyalizmle mücadele kılıflı başarı hikâyeleri üretilir. İstatistiklere yalan söyletilir.
Kategorik bir genelleme yapılamasa, aralarında derece farkı bulunsa da bu ülkelerde devlet ya da ideoloji/rejim sanki kutsallaştırılmış, devletin bekası milletin veya vatandaşın varlık nedeni olarak tanımlanmıştır. Devlet ya da ideoloji/rejim güçlü, birey/vatandaş neredeyse yok hükmündedir!
Devlet kutsal, beka da ölüm kalım meselesi olunca, tabii ki devletin başındaki lidere de (tabii ki keyfince!) ülkeyi yönetmek, mümkünse ömür boyu orada kalmak yaraşır! Tek adamın konumu ve kişiliği neredeyse devlet/ideoloji/rejim ile özdeşleş(tiril)miştir. Olağanüstü yeteneklere ve özelliklere sahiptir, “dünya lideridir”.
Bu ülkelerin çoğunda iktidarlarını devam ettirmek, pekiştirmek isteyen muktedirlerin en önemli argümanları öncelikle beka meselesi sonra dış düşmanlar ya da emperyalizm söylemidir.
***
Bütün mecraları ile medya devlet ya da iktidar tarafından ne kadar kontrol ediliyorsa, otoriterleşme o ölçüde ilerlemiş demektir. İç ve dış kamuoyunu bilgilendirmek, şekillendirmek açısından iletişim düzeni hayati önemi haizdir. Algı yönetimi profesyonelleşmiş, propaganda ve manipülasyon kurumsallaşmıştır. İç ve dış dünya istenildiği gibi gösterilerek gerçekler halktan, kamuoyundan kaçırılmaktadır.
Tarihi zaferler ve güncel örnekler üzerinden “milli başarılara” sürekli vurgu, milliyetçilik/dindarlık duygularını artıran bir söylem ile vatandaşı maddi bakımdan olabildiğince rahatlatacak popülist uygulamalar, seçim kazanma hesabının, iktidarı sürdürme çabasının tipik göstergeleri gibidir.
Fikir ve ifade özgürlüğü en çok kısıtlanan konular arasındadır; korku iklimi egemendir. Lider ya da iktidar aleyhine gibi yorumlanabilecek masum protesto gösterileri bile kalkışma teşebbüsü, devlete karşı isyan gibi gösterilebilir. İktidara veya lidere yönelik eleştiriler hakaretten öte devlete karşı işlenen suçlar gibi muamele görüp cezalandırılabilir.
Halk, vatandaş ya vatansever ya da haindir! Vatanseverlik, iktidarı veya otokrat/otoriter lideri kayıtsız şartsız destekleme şartına bağlıdır!
Bu bağlamda, hainlik iddiası, hıyanet ithamı/edebiyatı, vatandaşların kutuplaştırılması ya da ötekileştirilmesi en çok bu ülkelerde görülür.
***
Kesin genellemeler yapılamayacağını hatırlatarak devam edelim: Demokratik ve kısmen demokratik denilemeyecek rejimlerin çoğunda devlet partileri vardır; hükümet ile devlet, yani iktidar partisi ile devlet bütünleşmiştir.
Bütün kamu görevlileri siyaseten de iktidarın/hükümetin emrindedir. İstihdam edilen kamu görevlilerinin seçim ve atanmalarında en önemli “liyakat kriteri”, tahmin edileceği gibi itaat/sadakat taahhüdü ve beklentisi ile ideolojik ve/veya politik görüş uygunluğudur.
Devletin memurları ve kurumları öncelikle partinin ve liderinin hizmetindedir. En başta güvenlik bürokrasisi yani polis ve asker olmak üzere, mahkemeler düzenin çarklarının dönmesi için seferber edilmiştir.
Kuvvetler ayrılığı ortadan kalkmış, yürütme erki, yasama ve yargıyı iktidarını tahkim aracı olarak görmektedir. “Hukuk siyasetin köpeği” gibi görülüp, gösterilebilmektedir; aksi iddia edilse de en duyarsız olunan konu adalettir!
Bir başka şaşırtıcı olan husus ise, akıldışı uygulamaların varlığına rağmen düzeni ayakta tutmak için görev yapan, çoğu aydın kılıflı yüzlerce, binlerce bürokrat ve teknokrattan ses çıkmamasıdır! Bu sessizlikte bir tür “güce tapmak” yok mudur?
Bu kadar ilkesiz, iradesiz insan nasıl bir araya gelmiş, neredeyse “oligarşik bir düzen” nasıl oluş(turul)muştur diye şaşırmamak mümkün müdür? Anlaşılan devlet ya da otoriter/diktatör liderlik makam, unvan, para dağıtma veya mahrum etme esaslı “havuç sopa düzenine” sahip olunca kayıtsız şartsız itaat hayat tarzı haline gelebilmektedir.
Bazı örneklerde üst düzey görevlendirmeler için akrabalık bağı en önemli unsurdur! Diktacı tipler için “nepotizm”, güvenlik ve gelecek kaygısını azaltıcı tedbirlerin başında olsa gerek. Beklendiği gibi, çoğulculuk anlayışı zayıf, sivil toplum cılız, örgütlenme düzeyi düşüktür.
Aksi zannedilse de devletin bir bakıma göz yumduğu mafyatik örgütlenmeler ve ilişkiler güçlü, rüşvet ve yolsuzluk fazla, kamu kaynakları üzerinden elde edilen rantın ise hesabı yoktur! İlerlemiş örneklerde “kleptokrasi” (iktidardakilerin ülkenin kaynaklarını sistemli olarak soyması) neredeyse kurumsallaşmıştır.
***
Emperyalizm edebiyatının geliştiği en verimli topraklar, iktidarını bırakmak istemeyen, bunun için güya halkın iradesini gösteren seçimleri bile formaliteye çevirmiş, otoriter rejim ve liderlerin bulunduğu ülkelerdir. Demokrasiye kısmen veya tamamen uzak ama seçim de yapılan ülkelerdeki liderlerin her defasında yüksek oy oranları ile seçimleri nasıl kazanabildiğini anlamak bu ülkelerin sistem ve sosyolojilerini tanımak bakımından “şifre” değerindedir!
Bu ülkelerde muhalefet sanki iktidardaki parti ile değil devletle, devlet kurumları ile rekabet ediyor gibidir. Bilindiği gibi her ülkede illaki iktidar vardır ama gerçek muhalefet ancak demokrasilerde görülür.
Muhalefet ya da iktidara aykırı görüşleri olan lider ve partiler en çok dış/yabancı ülkelerle ya da emperyal güçlerle ilişkileri olduğu iddiasıyla suçlanır. Beklendiği gibi, muhalefet partileri veya onların liderleri eğer iktidar açısından risk teşkil ediyorsa gayri milli yani “ötekidir”, hatta dış güçlerin güdümündedir.
Yeterince güçlenmiş otokrat/otoriter rejim ve liderlerin bulunduğu ülkelerin çoğunda, seçimler düzenli olarak yapıldığına, muhalefet partilerine ve bu partilerin seçim yarışmasına aktif şekilde katıldıklarına şahit olabiliriz. Ancak seçimlerin çok eşitsiz, gayri adil şartlar altında gerçekleşmesi ve muhalefetin kazanmasının imkânsız değilse bile çok zor olması bilinen gerçekler arasındadır.
Muhalefeti tanzim girişimleri ile uysal ve işbirliği yapacak siyasetçileri ödüllendirme, itirazcıları yaftalama, risk teşkil eden muhalif kişilerin hapse atılması, gerekirse siyasi haklarının ellerinden alınması veya suikasta uğraması da vaka-i adiyedendir!
***
Çoğu az gelişmiş, gelişmekte olan ülkenin, kalkınma ve gelişme açısından belki de en büyük ayak bağlarından biri, önce özeleştiri yokluğu sonra da analitik düşünme eksikliğidir.
Bu bağlamda, bana sorarsanız, eğer var ise, ABD/AB emperyalizminin ve/veya hegemonyasının en büyük silahı, az gelişmiş ya da gelişmekte olan, demokrasi açığı yüksek ülkelerin hükümetlerini, halklarını ve özellikle aydınlarını kendilerine karşı “irrasyonel” bir itiraz ve/veya düşmanlık duygusu içine sokmaktır!
“Günah keçisi” ya da “vur abalıya” yaklaşımı ile emperyalizm olgusunu sürekli olarak vurgulamanın, Batı dünyasını “şeytanlaştırmanın” ülke insanını motive edici, toparlayıcı bir tarafı belki vardır ama sanki cehaleti yaygınlaştırıcı, sağlıklı düşünmeyi önleyici etkisi daha çoktur.
Sosyo-kültürel ve ekonomik açıdan gelişmiş, nerede durduğunun farkında, uluslararası ilişki ve irtibatlarını milli menfaatleri yönünde yönetebilen bir ülkenin düşmanları olsa bile, dış güç ve/veya emperyalizm takıntısı ya da paranoyası yoktur!
Düşünelim, konuşalım, gerekirse kendimize ve dünyaya bakışımızı değiştirelim dileğiyle yazdım.
—-
Nurettin Kaldırımcı: Profesör, İşletme Yönetimi. Rekabet Kurumu eski Başkanı. 20. dönem Kayseri Milletvekili (1995-1999).