NURETTİN KALDIRIMCI : Deprem bize ne diyor?

22.02.2023

Yıllardır toplumsal hayatın hemen her alanında ‘Bu kadarı da olmaz!’ dediğimiz türden akılsızlık, hukuksuzluk, keyfilik depremleri devam ediyordu ve biz hiçbir şey olmamış gibi yaşıyorduk.

Şimdi ise ölümlü, yıkımlı, hesapsız acılara gark olduğumuz depremli günlerin içindeyiz. Uyumaya çalışırken, yemek yerken, çay içerken utanıyoruz.

Başımız sağ olsun! Hepimize büyük geçmiş olsun!

Şimdi acaba, biraz da olsa aklımız ermiş, gözümüz açılmış mıdır?

İnşallah öyledir.

*    

Dünyanın en başarılı siyasetçi ve bürokratları, yani kamu yöneticileri herhalde bizdedir!

Herhalde bu sebeple uzun yıllar boyunca koltuklarında ve iktidarda kalmışlardır!

Yasa çıkarmak, kamu yetkisini kullanmak, hiç durmadan konuşmak ve sonra da seçim kazanmak ya da yeniden atanmak onların işidir.

Başarılı olmasalardı, vatandaş tarafından bu kadar itibar edilir, yeniden seçilirler miydi?

Toplumsal hikâyemiz gösteriyor ki, yönetim ve yöneticilere dair en temel eksikliklerimizden biri başarı, övgü ve ödüllendirme eşiğimizin düşük olmasıdır!

*

Halk yönetici değil yönetilendir.

Halk iyi yönetileyim, memleket iyi yönetilsin, iyi yönetirler diye birilerini seçer. Dolayısıyla aklı ve bilgisi dahilinde, sorumluluğu mahfuz kalmak kaydı ile kendine düşeni, vatandaşlık görevini yapar.

Siyasetçiler ise, biz ülkeyi, devleti, kurumları daha iyi yönetiriz iddiasıyla oy isterler.

(Öteden beri ülkemizdeki sağcı, solcu, muhafazakâr siyaset motivasyonunun temelinde memleketi/milleti/devleti kurtarmak, halka hizmet etmek ideali vardır!)

Milletin/devletin emanet ettiği koltuklarda oturur, oralarda kalmak, kalkmamak için yoğun çaba sarf ederler.

Unvan ve nüfuz sahibidirler. Hazineden, bir veya birkaç yerden maaş alırlar.

*

Demokrasilerde ve hukuk devletinde ilke bellidir: Yöneticiler, yetkileri oranında sorumludur.

Devlet önemli bir organizasyondur ve iyi yönetilmelidir. Kötü yönetilen devlet vatandaş için ağır bir yüktür – zulüm aracına bile dönüşebilir

“Kötü yönetim” ülkenin gelişip güçlenmesinin ayak bağı, iyi yönetilmeyen bir devlet en büyük bekâ riskidir.

Liyakatsiz siyasetçi ve bürokratların ya da kamu yöneticilerinin en çok, en kolay istismar ettiği şey ise yine maalesef devlettir; devlete ait unvanlar, makamlar, yetkiler, imkanlar ve araçlardır.

Esasen her düzeydeki kamu görevi ve görevlileri bağlamında hizmet kriteri açıktır: İşini iyi yapamayan, yapmayan her kamu görevlisi istismarcıdır!

*

Bu bağlamda, deprem bir tabiat olayı olduğu kadar aynı zamanda siyasi/sosyal bir mesele, aynı zamanda bir kamu yönetimi sınavıdır. Depremlere karşı tedbir almak dâhil ülkenin/devletin iyi yönetilmesinin sorumlusu da siyaset kurumu, siyasetçiler ve onların birlikte çalıştığı bürokrasidir.

Öncesiyle gerekli düzenlemeler yapılarak, depreme dirençli şehirler, yerleşim yerleri inşa edilerek; sonrasıyla da kurtarma, koordinasyon, rehabilitasyon faaliyetleriyle deprem, tabiri câiz ise, iyi yönetilmesi gereken, siyasi/toplumsal bir süreçtir.

Depremin nerede, takriben ne zaman, hangi büyüklükte olacağı bile önceden bilindiği, haber verildiği halde, tedbir almayan hükümet, ilgili bakanlık, belediye, denetim şirketi, suçlu ve hatta müteselsilen sorumlu değil midir?

*

Olan bitenin sorumlusu diye tek başına müteahhitleri yakalamak, tutuklamak, hatta hapse atmak belki kolaydır, milletin gazını almaktır ama sadece bununla yetinilirse, o da bir geri kalmışlık alâmetidir!

Yöneticiler de kamuoyu da suçu sadece müteahhitlere yükleyerek vebalden kurtulamaz. Çünkü konu sadece müteahhitlerin ihmâli, suçu gibi görülürse hiçbir şey anlaşılmış olmayacaktır.

Konu, hükümet politikasından, kamuoyu duyarlılığına, işçilerin eğitiminden dökülen çimento kalitesine kadar bir ‘ekosistem’ meselesi olarak görülmeli ve sistem yaklaşımıyla, aklıselimle ele alınmalıdır.

Sonuca doğrudan veya dolaylı etki eden her şey, her kurum, her insan, her ayrıntı önemlidir.

İktidar muhalefet fark etmez; bazen kendileri de bir müteahhit olabilen siyasi parti il başkanları, il yönetim kurulu üyeleri, belediye başkanları ve özellikle belediye meclis üyeleri ile bazı belediye bürokratlarının imar planları, tadilatlar, ruhsatlar gibi konularda doğrudan veya dolaylı etkileri bilinmez, görülmez ise meselenin önemli bir boyutu atlanmış olacaktır.

İlgili hükümetlerin, bakanlığın, belediyelerin, fay hattının, zemin etüdünün, projenin, statik hesabının, denetim şirketi ve elemanlarının, beton kalitesinin, konulacak demir miktarının, etriye demirinin, bu demirin sayısının, bükümünün, bağlanmasının, birlikte ve tek başına ne kadar önemli olduğunu bilmeyen bir anlayış/kültür nasıl depreme dayanıklı şehirler, binalar yapacaktır?

Tek bir usta veya işçinin ihmalinin binanın çökmesine, yüzlerce insanın ölümüne yol açabileceğinin farkında bir vizyona sahip olunmadıkça mesele anlaşılmış olmayacaktır. Tecrübesiz, iş ahlâkı zayıf mühendisin, ustanın, işçinin elinden çıkan işin/binanın kalitesinin ne olacağını tahmin edersiniz.

Önüne gelenin kolaylıkla müteahhitlik yaptığı (Bütün Avrupa’dakilerin 10 katından fazla müteahhidimiz varmış!) bir düzenin önünü açan anlayış, bu anlayışa hayat hakkı veren kamu yönetimi çağdışılığı temsil etmektedir.

Yasası, yönetmeliği, denetimi, eğitimi ve iş ahlâkı ile işleyen, kendini yenileyen bir ‘sistem’ kurmak; mesele budur. Konuyu ele alırken, çözümün ne olacağını tartışırken unutulmaması gereken ölçü şudur: Bir zincir en zayıf halkası kadar güçlüdür.

*

Bireyler kendi yararına olunca, rant iştahı ile kamu yararı nedir umursamayabilir, belki adalet bile istemeyebilir. Ama devlet veya kamu yönetimi illâ ki bu tür felâketleri önlemek için gerekli düzenlemeler yapmak, uygulamayı takip etmek, denetimi etkinleştirmek, en önemlisi istikrarlı ve ‘ilkeli’ olmak için vardır.

İmar affı gibi düzenlemeler akla bile gelmemeli, belki yasaklanmalı veya teknik zorunluluklar nedeniyle başvurulacak istisnai bir yöntem olmalıdır.

Hayat, tabiat torpil yapmıyor! Deprem değil bilgisizlik, yapılan kötü binalar öldürüyor, anlamadık mı?

Evet, bu deprem “asrın felâketi” olduğu kadar, “asrın ihmâli”dir de … Bütün bu felâkette payı, sorumluluğu olan kişilerden, kurumlardan bir Allah’ın kulu özür diledi, hata yaptıklarını kabul veya itiraf etti mi?

 Mesela, gerekli gereksiz siyasi çıkışlar yapan, aynı zamanda etkili bir sivil toplum örgütü olması gereken mimar ve mühendis odalarının yönetici ve üyeleri bu konuda ses getirici ne yapmışlardır? Önce kendi üyelerine sonra kamuoyuna dönük hatırda, hafızada kalıcı izleri ne olmuştur?

Yıllarca çevre, şehircilik, yerel yönetimler konusunda bakanlık görevini üstlenen, belki de ödüller almış, imar barışının/affının propagandacısı popüler siyasetçiler, şimdi ne yapmaktadır?

Demek ki deprem, enkaz, ölümler bahsinde bütün suç ilgili hükümetlerde, bakanlarda, belediyelerde, belediye başkanlarında, denetim elemanlarında, sivil toplumda, iliklerimize kadar işlemiş rant hevesinde değil sadece müteahhitlerde, demircide, çimentocuda, usta ve işçidedir!

Yok böyle bir şey…

*

Tabii ki Japonlar veya Avrupalılar gibi intihar veya istifa edecek, özür dileyecek kadar saf veya akılsız değiliz!

Kabul etmek gerekir ki, bizdeki deprem çok şiddetli, felâket düzeyinde, eyvallah… Kaybın çokluğu, hasarın büyüklüğü için doğrudan birilerini suçlamak, bütün faturayı onlara çıkarmak biraz haksızlık olacaktır, tamam.

Ama sahi, 7,5 civarındaki depremlerin vakayı adiye olduğu Japonya’da her defasında kaç bina yıkılmakta, kaç kişi enkaz altında kalmakta, kaç can kaybedilmektedir?

*   

Deprem sonrası, ülkemizin her köşesinden yardıma koşan insanlarımızı, ülke çapında ayağa kalkan hamiyet duygusunu görüp de heyecanlanmamak mümkün müdür?

Ama, diğer yandan, özellikle depremle doğrudan ilgili bu kadar bilim adamının ve teknokratın bulunduğu ülkemizde Kahramanmaraş depreminin verdiği ağır zayiat, ülkemiz için normal değil paradoksal ve hatta ironik bir durum değil midir? Bu zâfiyeti sorgulamayan, ders almayan bir toplum öğrenemiyor demektir ve tedbir alıncaya kadar ağır bedeller ödemeye devam edecektir.

Bu kadar ağır sonuçları olan, sebep-sonuç ilişkisini herkesin bildiği ve çözüm beklediği bir konuda, bir ülkenin kurumları bu kadar hazırlıksız ya da yeteneksiz olmamalıdır, olmamalıydı!

Tarihi, coğrafyası, güzel insanları, taşıdığı eşsiz potansiyeli ile ülkemiz çok daha iyisine lâyıktır!

*

Bizim dünyamızda yönetim, yöneticilik kolaydır. Başarılı olup olmamanın somut, ölçülebilir standartları yoktur. ‘Herkes yapıyor, ben niye yapmayayım!’ düşüncesi kifayetsiz muhterisleri yoldan çıkarmaktadır.

Çünkü yöneticinin unvanı, makamı, yetkisi, maaşı, arabası, keyfi, saltanatı vardır!

Ayrıca bakanlık, başkanlık, genel müdürlük, rektörlük, müdürlük, şeflik yani yöneticilik yapan, kime ne olmuş ki?

Siyaset veya bürokrasi dünyasında liderlik/yöneticilik konumunda ve teknik açıdan formasyonu müsait olmayan tipler, genellikle otoriter bir yönetim tarzını benimsemekte, diğer yöneticileri seçer veya atarken kendilerinden daha ‘akıllı/yetenekli’ kişiler yerine bağlılığı, bağımlılığı öne çıkmış, itiraz etmeyecek, itaati en önemli görev bilecek insanları tercih etmektedir.

Bu tip yönetici ya da liderlerin nezdinde modern ve etkin bürokrasilerin temel kuralları; meselâ yetki devri, yerinden yönetim, kuvvetler ayrılığı, tabii ki liyakat esaslı istihdam, kurumsallaşma, bağımsız kurumlar, bağımsız denetim, yönetişim ilkeleri gibi konu ve kavramlar birer fantezidir.

Özellikle kamuda, önemli üst düzey yöneticilik pozisyonlarına seçilirken en önemli liyakat kriteri, ‘formalite ikmali’ dışında, uygun ideolojik, politik kimliğe sahip olmaktır. Bazı yer ve zamanlarda otoriteye yakın kişilerin, partinin, vakıf, tarikat veya cemaatlerin atama süreçlerine müdahil olmaya çalıştığı herkesçe bilinir.

Hemşericilik, bölgecilik veya akraba kayırmacılığı, arkadaşlık ya da meslektaşlık, seçilme veya atanmanın en önemli kriteri olabilmektedir.

Hele hele, inisiyatif kullanmak ve hızlı karar vermek adına yetkilerin tek elde toplanması, yani yetki devrinden uzaklaşılması ya da merkeziyetçilik güçlenirse, etkinlik/performans açısından çağdışına çıkmışız demektir.

Özellikle kamu yönetimi/bürokrasideki uygulamalara bakıldığında çağdaş anlamda liderlik, yönetim ve organizasyon, etkinlik, hukukilik, hesap verilebilirlik, eğitim, kalite, verimlilik, etkin denetim, sürdürülebilirlik gibi konu ve kavramlardan yani yönetimin bir bilim, meslek ve sanat olduğundan sanki haberimiz yok gibidir.

Meselâ, son 10 yıl içinde, zaten deprem olacağı bilinip söylenen Doğu Anadolu fayı üzerindeki şehirler, ilçeler, köyler yani yerleşim yerleri taranıp, depreme dirençsiz binalar tespit edilemez miydi?

Milletin hemen her kesiminden yükselen, samimi, hesapsız, göz yaşartıcı destek için kuşatıcı, minnettar bir dil/söylem benimsenemez miydi?

*

Her neyse… Bugün itibarıyla, devletimiz de milletimiz de elinden geleni yapıyor.

Bu vesileyle de olsa, temenni edelim ki, lanet olası kutuplaştırma gayretleri bitsin artık. Şimdi yardımlaşma, yaraları sarma zamanı.

Afet sonrası bile olsa ortak sıkıntılarımızı, ortak özlemlerimizi, ortak özelliklerimizi, kısaca bir millet olduğumuzu fark edelim.

Ve umulur ki, bu deprem Gölcük/Marmara depremi gibi zamanla yalancı bir milâda dönüşmesin. Krizi fırsata çevirmez isek, yeni krizleri beklemek kaderimiz olacaktır.

Eğer özeleştiri yapmaz, zihniyetimizi sorgulamaz isek on binlerce insanımızı kaybettiğimiz deprem felâketi bile bizi uyandıramaz.  Daha iyi günleri görüp yaşayacak isek, karşımızdaki ağır tablo, derin zafiyetimizi örtmemeli, unutturmamalıdır.

Akıllanmak, bilime ve hukuka önem vermek, ilkeli, liyakatli, ahlâklı olmak ve zihniyetimizi değiştirmek için daha ne kadar bedel ödeyeceğiz?

Tekrar milletimizin başı sağ olsun!

Nurettin Kaldırımcı; Profesör, İşletme Yönetimi, Rekabet Kurumu eski Başkanı, 20. dönem Kayseri Milletvekili (1995-1999)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir